innallahe ve melaiketihi ve kütübihi
innallahe ve melaiketihi ve kütübihi bilgi90'dan bulabilirsiniz
Ahzâb Suresi 56. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Hz. Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lutuf ve rahmettir. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.
43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lutuflarda bulunması, meleklerin de onlara dua etmeleri salât kelimesiyle ifade edilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.
“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bir defa Hz. Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın müstehap (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir (Cessâs, III, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III,1584; İbn Âşûr, XXII, 98 vd.). İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahâbenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tesbitine göre sahâbe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s. 100-101). Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir (selâmın hükmü için ayrıca bk. En‘âm 6/54; Yûnus 10/10; Nûr 24/27).
Yazı kaynağı : kuran.diyanet.gov.tr
Ahzâb Suresi 56. ayeti - Ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima | Kuran ve Meali
Allah Teâlâ, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habîb-i Ekrem’ini husûsî olarak seçmiş ve ona sonsuz lütûflarda bulunmuştur. Bu ilâhî ihsanların en mühimlerinden biri de salât ü selâmdır. Bu, ümmetinin Rasûlü’ne olan saygı, muhabbet ve ta’zimini artıracak ve onunla mü’minler arasındaki kalbî irtibatı sürekli canlı tutacaktır.
Salât; istiğfâr, mağfiret, dua, bereket, övgü, tebrîk, ta’zîm, namaz ve ibâdet gibi mânalara gelir. İslâm âlimleri bu kelimeye, salât edene göre farklı mânalar vermişlerdir:
› Allah’ın bir kula salât etmesi; ona rahmet etmesi, şân ve şerefini yüceltip tezkiye etmesi, başarıya ulaştırıp koruması ve sevap vermesidir.
› Meleklerin salât etmesi; onun için bağışlanma talebinde bulunmaları, kadr ü kıymetini anıp yüce mertebelere erişmesi için Allah’a dua etmeleridir.
› Mü’minlerin salâtı ise hayır dua etmeleri, her hususta Resûlullah (s.a.s.)’e tâbî olup sünnetlerini aynen tatbik etmeleri ve ondan şefâat istemeleridir.
Hâsılı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e salât getirmenin mânası, onun ta’zim edilmesidir. “Rabbimiz! Sevgili Peygamberimiz’in şânını yücelt” demektir. Efendimiz’in dünyada şânının yüceltilmesi, dîninin dünyanın her bir yanına yayılıp diğer dinlere üstün getirilmesi ve şeriatının devam ettirilmesiyle olur. Âhirette ise mükâfatının artırılması, ümmetine şefâata izin verilmesi, Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırılarak faziletinin ebedîleştirilmesi şeklinde tahakkuk eder.
Âyette geçen “selâm” kelimesi; selâmet, esenlik, huzûr, emniyet anlamlarını ihtivâ eder. Selâmın ayrıca teslim olma, itâat etme ve sulh içerisinde bulunma mânaları da bulunmaktadır.
Bu durumda biz Efendimiz’e salât ü selâm getirirken Cenâb-ı Hakk’a şöyle dua etmiş oluruz:
“Yâ Rabbî! Resûl-i Ekrem’inin nâmını, şânını hem dünya hem de âhirette yüce kıl. Onun getirdiği İslâm dînini bütün cihâna yay ve bu dini dünya durdukça yaşat. Ona âhirette ümmetine şefaat etme hakkı ver ve kendisine sayısız sevaplar ihsan eyle! Ona selâmet, huzur ve emniyet bahşeyle! Bize de onun sünnet-i seniyyesine tam bir teslimiyet ve alçakgönüllülükle teslim olmayı nasip eyle!”
En uygun ve makbul davranış, Peygamberimizin her ismi geçtikçe ve her hatırlandıkça salât ü selâm getirmektir. Efendimiz’e salât ü selâm getirmeye bizi teşvik eden pek çok sebep vardır:
› Her şeyden önce Rabbimiz, bizzat kendisi salât ederek onu rahmet, rızâ ve hoşnutluğu ile yüceltmiş ve bize de böyle yapmamızı emretmiştir.
Allah Resûlü’ne selâm verdiğimiz yerlerden birisi de namazda okuduğumuz tahiyyattır. Her gün namaz kılarken tahiyyatta Resûlullah’ı bizzat karşımızdaymış gibi tahayyül ederek ona اَلسَّلاَمُ عَلَیْکَ اَیُّهَا النَّبیُّ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَکَاتُهُ (esselâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh) “Ey Peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun” dememizi istemiştir. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu hususta şu açıklamayı yapar:
“Namazda her bir rüknü edâ ederken kalbinde Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’i, onun mükerrem şahsiyetini hazır bulundur ve اَلسَّلَامُ عَلَیْکَ اَیُّهَا النَّبیُّ (esselâmü aleyke eyyühen Nebiyyü) de! Böyle yaparsan selâmın ona ulaşır o da sana daha üstünü ile mukâbelede bulunur.”
› Bütün melekler Peygamberimiz’e dua ve istiğfâr ederek saygılarını sunarken salât getiren kul da, bizzat Allah Teâlâ ve meleklerin yapmış olduğu bir fiile iştirak etmektedir. Allah’ın kendi zâtına izâfe ettiği bir fiile iştirak ediyor olmak dahi salavât-ı şerîfe getirmenin ehemmiyetine âit kâfî bir delil sayılabilir.
› Bizi karanlıktan aydınlığa çıkarmasına ve hidâyeti göstermesine karşılık, her ne kadar ona olan borcumuzu tam olarak ödememiz mümkün olmasa da, Efendimiz’e olan minnet ve şükrân hislerimizin bir ifadesidir.
› Salât ü selâm getirmek, Resûlullah (s.a.s.)’in rûhâniyetiyle irtibat kurmayı ve onun nûrundan istifade etmeyi temin eder. Kulun bu salavâtlardan elde edeceği mükâfât ise ihlâsı ve Allah Resûlü’ne olan muhabbeti derecesindedir.
› Salât ü selâm, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e mânen yakınlaştıran, böylece Allah’ın rızâsını elde eden kulun mertebesini yükselten müessir vâsıtalardan biridir.
Efendimiz’in rûhâniyetine yaklaşmak ve onunla beraber olabilmek dünya ve âhirette elde edilebilecek en büyük saadet ve bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığa erişebilmenin yolu Peygamberimiz’in muhabbet ve rızâsını kazandıracak davranışları sergilemektir. Bunun anahtarı ise ona bolca salât ü selâm getirmektir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, salât ve selâmların kıyâmet gününde kendisine yakınlık vesîlesi olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirendir.” (Tirmizî, Vitir 21)
› Salât ve selâm, müminler için her konuda numûne-i imtisâl olan Resûlullah Efendimiz’in kalbî, hissî ve fikrî bakımdan bizimle beraber olmasına, onun mânevî dünyasından bizim gönül âlemimize feyiz ve bereketin akmasına vesîledir.
Dolayısıyla ilâhî feyz ve bereketi kalbe nakşedebilmek, Resûlullah (s.a.s.)’in rûhâniyetinden hisseler alabilmek ve onunla râbıtayı güçlendirmek için bütün zaman ve mekânlarda, husûsiyle seher vakitlerinde salavât-ı şerîfe getirmenin pek büyük bir ehemmiyeti vardır.
› Salât ü selâm okuyan kimse, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini diğer sevgilere tercih ettiğinden, kötü huylardan kurtulur ve onun ahlâkıyla ahlâklanır. Nebiyy-i Ekrem’e olan muhabbeti arttığı gibi, Efendimiz’in de o kimseye teveccühü katlanarak artar.
Resûlullah Efendimiz’e getirilen salavât, mü’mini Allah’ın rahmet ve bereketine nâil eder. Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kim bana bir defa salât getirirse, Allah o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv 55)
Salât getirmenin diğer bir faydası da dua ve yakarışların arş-ı a‘lâya yükselmesine vesîle olmasıdır. Bu sebeple namazdan sonra veya diğer zamanlarda Allah’a dua edecek kimse, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ینَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَی سَیِّدنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰی اٰلِه۪ وَ صَحْبه۪ اَجْمَع۪ینَ (elhamdü lillâhi Rabbil âlemîn vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn) veya buna benzer bir hamdele ve salvele ile başlamalıdır. Nitekim bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlerden birinin Allah’a hamd ve Resûlü’ne salât getirerek duaya başladığını gördüğünde, onu takdir ederek; “Ey namaz kılan zât! Dua et, Duana hamdele ve salvele ile başladığın müddetçe duan kabul olunur” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât 65)
Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle demiştir; “Yaptığın dua yerle gök arasında durur. Peygamberine salât getirmedikçe hiçbir duan Allah katına yükselmez.” (Tirmizî, Vitr 21)
Ebubekir (r.a.) salavât-ı şerîfenin fazileti ile alâkalı olarak şöyle demiştir:
“Resûlullah’a salavât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha faziletlidir. Onu sevmek ise riyâzet ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târih, VII, 161)
Yazı kaynağı : www.kuranvemeali.com
AMENTÜ İNANCI VE KUR’ÂN’DA AMENTÜ – Tevhid-i Kuran Meali
AMENTÜ İNANCI VE KUR’ÂN’DA AMENTÜ
Amentü inancı Hazreti Muhammed’den önce de var mıydı?
Hayr ve şer Allah’tan mıdır?
Kur’ân’da şerrin yani kötülüğün Allah’tan olduğuna dair bir ayet var mıdır?
İmanın şartlarında da geçen hayır ve şer Allah’tandır sözü doğru mudur?
Amentü’de geçen “hayrihî ve şerrihi mine’llâhi teâlâ” “hayr ve şer Allah’tandır” Kur’ân’da var mıdır?
Halk arasında bilinen ve inanılan, hayr ve şer Allah’tandır inancı Kur’ân’a göre doğru mudur?
Kötülükler Allah’tan mıdır, yoksa kişinin kendinden midir?
Neden bizlere hep kötülükler de Allah’tandır diye öğretildi ve bunun gerçeği ne olabilir?
Amentü; kelime olarak “İman ettim” demektir
Halkın arasında Amentü diye bilinin şudur:
Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî ve’l yevmi’l-âhıri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihi mine’llâhi teâlâ……..”
“Ben, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna inandım……”
Bu Amentü’de, şerrin Allah’tan olduğu bildirilir ve halk’a böyle sunulur ve halk’ta böyle sunulduğundan dolayı inanır.
Kur’ân’a baktığımızda, orada şerrin yani kötülüğün Allah’tan olduğuna rastlamıyoruz.
Ve tam tersi kötülüğün Allah’tan olmadığına, kendimizden olduğuna rastlıyoruz.
Kur’ân’da amentü Bakara Sûresi 177 de geçer.
Bakara Sûresi 177:……”men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ve el nebiyyîn……”
“Allah ile birlikte olduğunuza ve sonunuza ve her varlıktaki Hakk’ın gücüne ve her varlığın Hakk’ın bir kitabı olduğuna ve Nebilere inanan kimse olmaktır.”
Men amene: kim, kimse, kişi, iman etti, inandı, emin oldu,
bi Allah: Allah’a, Allah’la bir olduğuna, Allah’ın kendinde olduğuna,
ve el yevmi el âhırı: sonuna, son güne, ahirete
ve el melâiketi: her varlıktaki Hakk’ın gücüne, kuvvet, meleke
ve el kitâbi: kitap, her varlığın Hakk’ın bir kitabı olduğuna, kişinin kendi vücudunun canlı kitap olduğuna.
Bakara Sûresi 177 yi dikkatlice incelediğimizde, orada şerrin Allah’tan olduğuna dair herhangi bir kelime yoktur.
Buradan anlıyoruz ki, halkın amentü diye bildiğinde, oradaki kadere iman bölümünde, hayr ve şer Allah’tan yorumu yapılmış ve ilavesi yapılmıştır.
Kur’ân’ın diğer bölümlerini incelediğimizde, hiç bir yerinde şerrin yani kötülüğün Allah’tan olduğuna rastlamıyoruz.
Tam tersi olarak, şerrin yani kötülüğün, Allah’tan olmadığına rastlıyoruz.
Nisâ Sûresi 79: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike…”
Meâli: “Size isabet eden hayır Allah’tandır ve size isabet eden kötülükler ise kendinizdendir….”
Âl-i İmrân Sûresi 165: “E ve lemmâ asâbetkum musîbetun kad asabtum misleyhâ kultum ennâ hâzâ kul huve min indi enfusikum
Meâli: “Size bir musibet isabet ettiğinde, bu bize neden isabet etti, dersiniz. De ki: O sizin kendinizdendir….”
Kâf Sûresi 29: …..”ve mâ ene bi zallâmin lil abîd…”
Meâli:…….. “kullarım için bir kötülük veren değilim…”
Ayette; “ma ene” , “ben değilim” anlamı taşır.
Yani, ben kullarıma kötülük veren değilim mesajı ile kötülüğün kaynağını iyi anlayın ihtarı vardır.
Mu’min Sûresi 31:….. “ve mâllâhu yurîdu zulmen lil ibâd..”
Meâli:…. “Allah kulları için kötülüğü irade eden değildir…”
Nisâ Sûresi 40: “İnnallâhe lâ yazlimu miskâle zerreh…”
Meâli: “Şüphesiz Allah zerre kadar kötülük vermez…”
Nisâ Sûresi 40 da ise ne kadar ince bir mesaj var.
Allah zerre kadar kötülük vermez.
Yani, zerre kadar da olsa kötülük Allah’tan gelmez diye bizlere kötülüğü Allah’ta aramayın, kendinizde arayın ihtarı vardır.
Peki kötülük nereden gelir?
Niye bizlere yıllarca kötülük Allah’tan gelir diye öğrettiler.
Kaderin açılımını, hayır da şerde Allah’tandır diye öğrettiler.
Kur’ân, apaçık kötülükleri kendinizde arayın diyor.
Kur’ân’ı incelediğimizde anlıyoruz ki Allah’ı anlayan kişi, zerre kadar kötülük içinde olamaz.
Kişi kendini okuduğunda, kâinatı okuduğunda ve sonuçta Allah’ı anladığında eğitimlerin en güzelini görmüş olur ve Salih insan olur. Yani iyi insan.
İyi insan olan da zerre kadar kötülük düşünmez, hep iyilik düşünür.
Allah insana; akıl, kalb, şuur, düşünme, tefekkür, ferâset, tercih etme, neyi yapıp neyi yapmama kararı ve bunun gibi kabiliyetler vermiştir.
İnsan bu kabiliyetleri görmemezlikten gelemez.
Bu kabiliyetler; insanın eğitimi için, insanın hakikati anlaması için ve insanın iyilik içinde olması için, insana bahşedilmiş lütuflardır.
Kişi kendini okuduğunda, kâinatı okuduğunda ve sonuçta Allah’ı anladığında Salih insan olur ve hep salih amel yapar.
İşte bu eğitimi, aile çocuklarına verdiğinde, iyi çocuklar yetişir.
Hazreti Muhammed onun için şöyle demiştir: Ben tertemiz sulblerden geldim.
Kader dediğimiz konu da, vehbiyet ve kesbiyet boyutu vardır.
Vehbiyet ve kesbiyet konularını çok iyi araştırmalıyız.
Vehbiyet: Var oluşun süreci
Kesbiyet: Atalardan aktarılan huylar, haller, düşünceler, inançlar vs.
Kur’ân’ı dikkatlice incelediğimizde anlıyoruz ki, bizlere Amentü’de sunulan “hayrihî ve şerrihi mine’llâhi teâlâ” “hayr ve şer Allah’tandır” inancı yoktur.
Tarihsel olarak araştırdığımızda anlıyoruz ki bu inanç Hazreti Muhammed öncesi de vardır.
Mekke’li müşriklerin kader inancı da böyleydi.
Nahl Sûresi 35- “Ortak koşan kimseler dediler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ondan başka şeylere kul olmazdık ve atalarımızda olmazdı ve biz kötülüklerde olmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle dediler. ”
Kur’ân’ı incelediğimizde görüyoruz ki, Mekke’li müşriklerde de Amentü inancı vardır.
Bu inanç binlerce yıldır sürüp gelen bir inançtır.
Nisâ Sûresi 35 de bunu görüyoruz “…İşte onlardan öncekiler de böyle dediler.”
Mekkeli müşriklerde de imanın şartlarına rastlıyoruz.
Kur’ân’ı dikkatlice inceleyen her kişi buna rastlar.
Mekke’li müşriklerin Amentü inancının Kur’ân’daki delilleri.
Allah’a inanmak.
Zuhruf Sûresi 9- “Elbette onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorduğunda, elbette onlar: Aziz olan, âlim olan yarattı, derler. ”
Meleklere inanmak:
Furkan Sûresi 7- “Dediler ki: Bu nasıl bir Resûl? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi ya,…”
Kitaplara inanmak:
Nisâ Sûresi 153- “Aktarılan söylentilerde kalanlar, senden Ulvî Âlem’den bir kitap getirmeni isterler…”
Peygambere inanmak:
Furkan Sûresi 7- “Dediler ki: Bu nasıl bir Resûl?…”
Zümer Sûresi 71 “Rabbinizin ayetlerini apaçık açıklayan ve sizin her an bir birlik içinde olduğunuzu açıklayıp uyaran bir Resûl gelmedi mi? Derler ki: Evet, ….”
Ahiret inancı:
Furkan Sûresi 8- “Ya da ona bir hazine verilseydi, ya da devamlı oradan besleneceği cenneti….”
Kader inancı, Hayr şer inancı:
Nahl Sûresi 35- Ortak koşan kimseler dediler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ondan başka şeylere kul olmazdık ve atalarımızda olmazdı ve biz kötülüklerde olmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle dediler.
Evet, dikkatlice araştırdığımızda görüyoruz ki, Amentü inancı bugün ki şekliyle birebir Hazreti Muhammed öncesinde de vardır.
Hazreti İdris’ten beri aktarılan; Din, İman, Allah inancı konusu zaman içinde başka yorumlar halinde karşımıza çıkmaktadır.
Evet, Kur’ân’ı başına sonuna kadar incelediğimizde anlıyoruz ki kötülüğü kendimizde aramalıyız.
Kötülüğü; aileden gelen eğitimde, okullarda ki eğitimde, toplumda ki eğitimde, inanç eğitimlerinde aramalıyız.
Özetle şunu anlıyoruz ki; şerri yani kötülüğü kendimizde aramalıyız.
Din adına aktarılanlara; ilim olarak, gönül olarak, şahit olmadığımız müddetçe, inancımız sözde kalacaktır.
Yazı kaynağı : tevhidikuranmeali.com
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.