gönül çalabın tahtı çalap gönüle baktı iki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise
gönül çalabın tahtı çalap gönüle baktı iki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise bilgi90'dan bulabilirsiniz
Türk Yurdu Dergisi
Bu yazı, Yunus Emre ile ilgili araştırmalarını ilk defa Türk Yurdu Mecmuası'da neşreden merhum M. Fuat Köprülü'ye ithâf edilmiştir. Köprülü'nün "Yunus Emre" ve "Yûnus Emre-Asârı" adlarını taşıyan bu makaleleri 1329 (M. 1913) senesinde, mecmuanın iki sayısında (bk. C. IV/3 ve C.V/ 2) neşredilmiştir.
Bu yazıda büyük Türk mutasavvıfı Yûnus Emre'nin bir ilâhîsi şerhedilecektir. Söz konusu ilâhî şudur:
Miskînlikden buldular kimde erlik var ise[1]
Nerdübândan yitdiler yüksekden bakar ise
Gönül yüksekde gezer dem-be-dem yoldan azar
Taş yüzüne ol sızar içinde ne var ise
Ak sakallı pîr koca bilmez ki hâli nice
Emek yemesin hacca bir gönül yıkar ise
Sağır işitmez sözü gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü âlem münevver ise
Gönül Çalab'ın tahtı gönüle Çalap bahdı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise
Sen seni ne sanırsan ayruğa da anı san
Dört kitâbın manâsı budur eğer var ise
Bildik gelenler geçmiş konanlar geri göçmüş
Aşk şarâbından içmiş kim manâ duyar ise
Yûnus yoldan ırmasın yüksek yerde durmasın
Sinle sırât görmesin sevdiği dîdâr ise
“Kalp hükümdardır. Hükümdar düzgün olunca tebâsı da düzgün olur, bozuk olunca tebâsı da bozuk olur.” (Hadîs)
Şerh
Miskînlikden buldular kimde erlik var ise
Nerdübândan yitdiler yüksekden bakar ise
(Kimde erlik /erenlik, velîlik/ varsa, /O kişi bu erlik makâmını –hiç şüphesiz- / miskînlikten (fakr -yokluk- düşüncesinden) bulmuştur. Kim yüksekten bakarsa /dünyevî servet, mal ve makâmla kibirli davranırsa, onu/ merdivenden /yükseldiği makâmdan/ itip düşürürler.)
Bazı yazmalarda bu beyitteki “miskînlikden” kelimesi, “miskînlikde”; yitdiler kelimesi de “atarlar” veya “yiterler” şeklinde geçmektedir. Miskîn tasavvuf sözlüğünde, alçakgönüllülük yoluyla fenâfillaha ulaşanların sıfatıdır. Yûnus bir yerde “Miskînliğe dönmeğe gönlümden kibir gitmez” diyerek miskinliğin kibrin zıddı olduğunu söyler. Cenâb-ı Hak miskînlerin gönlünde tecellî eder. Yüksekten bakanlar ise vahdet sırrından mahrûm kalacakları gibi bulundukları makâmdan da aşağı düşeceklerdir.
Er ve eren kelimeleri, Kur'ân'da "evliyâullah" denilen Tanrı dostlarının adıdır. Er, yani eren, manen erkek olup, Rahmân sırrına vakıf olan kişidir. Bu manâda kadınların içinden de er çıkabilir.
Nerdübân (=Nerdbân) Farsça merdiven demektir. Burada bizâtihi Hakk'a en yakın varlık olan insanın ve bu insanlar içinde sülûk ederek yükselen dervîşin manevî derecelerinden ötürü zikredilmektedir. Nerdübândan yitmek, merdivenden itmek, merdivenden iterek düşürmek demektir. Bu deyim anlaşılacağı üzere, mecâzen, tekâmül ederek manevî makâmlara yükselen insanın, kibir göstererek oradan düşmesi, geldiği yere dönmesi anlamındadır. Merdiven tabiatıyla “mirâc”ı yani, sülûk ederek gerçekleştirilen manevî yükselişi çağrıştırır.
Kibirde, varlık karşısında benlik göstermede (büyüklenmede) ikilik vardır. Eşyâda Hakk'ı tanımayan insan, sonunda kazandığı makâmları ve Allah saklasın insanlık sınavını kaybedecek ve Hakk'ın kudretiyle geldiği yere geri döndürülecektir.
Peki insanın geldiği yer neresidir?
Tabii ki o kişinin huylarının hakîm olduğu hayvanî sıfatlardan birisidir.
Kibir insanın nefsini putlaştırıp varlık karşısında Firavunlaşmasıdır.
Sözün özü, "miskîn" yokluk bilincine ulaşan kişi demektir. Yani nefsi, emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, raziyye, marziyye mertebelerinden geçerek safiyeye gelen kişidir, miskîn.
Gönül yüksekde gezer dem-be-dem yoldan azar
Taş yüzüne ol sızar içinde ne var ise
(Gönül /büyüklenip yüksekte gezer; daima yoldan çıkar. İçinde ne varsa dış yüzüne onu sızdırır.)
Yûnus bu beyitte gönlü bir kaba benzetir. Testi veya bardak nasıl ki içindekini dışına sızdırırsa gönül de böyledir; içinde ne varsa dışarıya onu yansıtır. Kin, kibir, şehvet yahut sıdk, cömertlik, tevâzu. Demek ki, davranışların planlandığı manevî merkez gönüldür. İnsan gönlündekini aklından geçirir, fiile dönüştürür veya dönüştürmez. Davranış haline bürünen düşünceler aklımızın terbiyesiyle ilgilidir. Mirâç hadisesinin belli bir yere kadar Cebrâil (a.s.) ile devam etmesi, akıl terbiyesi ile ilgilidir. Hülasa Yûnus, insan davranışlarını "gönlün neş'esine" bağlamaktadır.
Diğer taraftan Yûnus'un, insanın her türlü psikolojik hallerini kalbe bağlayan bu tespiti çok önemlidir. Dolayısıyla insanların her türlü rahatsızlıklarını gidermek için mutasavvıfların terbiye metodundan yararlanılarak davranış bozukluklarının tedavi edilebileceği bu beyitle anlaşılmaktadır. Hiç şüphesiz tasavvuf gönül eğitimidir. Gönüldeki yaramaz huyların teşhisi, tedâvîsi (arındırılması) ile gerçekleştirilen bu eğitim sonucunda giden huyların yerini gelen huylar alacak ve insan iç çatışmadan kurtulacaktır. Fakat eğitimin ilk şartı, nasihat kabul etmek ve niyet etmektir. Ehlullah, bu manevî eğitim için "gönül gönüle vermek" tabirini de kullanır. Bu tabir manen hem-hâl olmaktır. Eğitimi kabul etmeyen nefis, insân-ı kâmil (manevî öğretici veya rehber) ile hem-hâl olamaz.
Yoldan azmak, yoldan çıkmak, hakîkat yolundan sapmak demektir. Nitekim son beyitte geçen “yoldan ırmak=yoldan uzaklaşmak” deyimi de aynı anlamda zikredilir. Yûnus insanın yoldan çıkmasının en önemli sebebinin kibir olduğunu söyler. Risâletü'n-Nushiyye'de bu konuyla ilgili bir bölüm vardır. Dîvân'daki şu misâlde de büyüklenmenin ve yoldan azmanın subaşı yani nefs-i emmârenin komutanlarından olduğu belirtilir:
Kibr ü menidir subaşı delim kişidir yoldaşı
Sen olmagıl anın eşi buna uyan yoldan azar
(Kibir ve benlik nefsin komutanlarındandır. Pek çok kişi buna yoldaş (yani asker)tır. Sen onun eşi (benzeri, askeri, yoldaşı) olma. Ona uyan yoldan çıkar.)
Aynada kibrini, hasedini, buğzunu, adâvetini seyreden bir kişi, "Hayır, ben bunlar değilim, bunlar bende yok." diye inkâr etse de bu doğru değildir. Zira günün birinde gönüldeki bu huylar elbiseye bürünüp başını gösterecek, yani "dış yüzüne sızacak"tır. Hazret-i Mevlânâ bu hususu şöyle dillendirir:
"Ey altı duyguya zebûn olan kişi, sen bir düşmana kinlendin mi, altı duygun da yanılır. Yanlışlar içerisinde kalırsın. Hâlbuki ondaki o düşmanlık, Tanrı'nın aksidir. Oradaki kahır, Tanrı'nın kahır sıfatlarının tecellîsidir. Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek. Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta. Güzelim aynada kendi çirkinliğini görünce aynaya saldırma!" (Mesnevî, 3150-3).
Esasen varlığın ve tabiî ki insanın içi dışını; dışı da içini temsil eder. Kabirden yüz gösteren de gösterecek olan da budur. Mahşer sahnesi bu hadisenin görüntüye geldiği sahnedir.
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri içten dışa meydana gelip duran bu alışverişi şöyle anlatır:
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
(Dıştan içe yansıyan hayâller (düşünceler), içten dışa açığa çıkan olaylar, birinden diğerine -iç içe- sürekli yeni oluşumlara sebep olurlar.)
Hülasa, Yûnus, bu beyitte bizlere, meydanda büyüklenip gururlananların manen yoldan çıktığını; keza, böyle kişilerin derûnunda bu hayvânî sıfatların hâkim olduğunu, kendi nefsine hitaben tenbih yoluyla anlatır. Hayvânî davranışların bir hastalık olduğunu bunların içerden tedâvî edilmesi gerektiğini imâ eder.
Bir sonraki beyitte de hayvânî tarafımızın yaşının da olmadığını, insanın her yaşta –hacca niyetlenen bir pîr-i fânî bile olsa- mizâcındaki olumsuz bir özelliği sergileyebileceğini söyler. Bu da bir kâmil insan kontrolünde zikre, sıdkıyete, teslimiyete, riyazata ve tefekküre dayalı gönül eğitiminin şart olduğunu gösterir.
Ak sakallı pîr koca bilmez ki hâli nice
Emek yemesin hacca bir gönül yıkar ise
(Ak sakallı ihtiyâr hâlinin nasıl olduğunu bilmez, hacca gideyim diye uğraşır. Bir gönül yıktı ise, hacca gideyim diye emek çekmesin.)
Bu beyti okuyup daYûnus'un, şerîati kavî hacca niyet eden pîr-i fânî olmuş bir kişiye taş attığı sanılmamalıdır. Onun ikâz etmeye çalıştığı pîr-i fânî, şekilde takılıp kalan işin kabuğundan özüne geçemeyen şerîat ve tarikat ehlidir. Savm u salât u hacca önem verdiği halde bunların hakîkatine vâkıf olamayan kişi işin kışrında kalmıştır. Böyleleri ağaç kütüğüne benzer; ne kadar dürtüklense yerinden oynayıp ele gelmez, Enfüsünde araması gereken şeyi afakta arar durur.
Hâl, gönülle ilgilidir, sûretle değil. Yûnus'un burada söz konusu ettiği sûret Müslüman’ı ne yazık ki "hâl nice, bilmez! Yani, gönül âleminden habersiz bir sûretperesttir, o. Hâlbuki Hazreti Peygamber gönül için "beytullah" demiştir. Yûnus da buradan hareketle “Gönül Çalabın tahtı” buyurur. Gerçekte Allah'ın evi gönüldür. Öyleyse, insan beytullaha, yani içe yönelince insandır. Şu halde insan önce gönlünü hac ettirmeli, sonra gerekirse bedenen hicâza yönelip hacca gitmelidir. Yoksa sûret hacılığından kurtulmak mümkün değildir.
İnsân, sûretten sîrete geçmelidir.
Bu konuda Feridüddîn-i Attâr (ö. 1229) Bâyezîd-i Bistamî (ö. 875) Hazretlerinden şöyle bir hatıra nakleder:
"Bâyezîd-i Bistâmî, hacca gitmeye karar vermiş, ama birkaç konak gittikten sonra geri dönmüştü. Ona dediler ki:
-Sen hacca gitme kararından niçin döndün, ne oldu? Bâyezîd dedi ki:
-Yolda kılıcını çekmiş bir zenciye rastladım; bana:
-Geri dönersen ne alâ! Yoksa şu kılıçla başını koparırım, dedi. Sonra devam etti:
-Allah'ı Bistam'da bırakıp da Beytülharâm'da ne işin var?"
Hazretin karşısına çıkan zencî, Bâyezîd'ın rûhaniyetinden, yani ayn-ı sâbitesinden başka bir şey değildir. İnsan bir mertebeye geldi mi, kendinden kendine yardım eder. Tabiî bunun aksi de söz konusu olabilir. İnsanın nefsi de sûrete bürünebilir. Somuncu Baba'nın oğlu Yûsuf-ı Hakîkî Hazretleri (ö. 1486) nefsini putlaştıran böyle birinden bahsederken:
"Senin elbisenin altında yüz putun varken nasıl olup da kendini halka sûfî gösteriyorsun." der. Sûret hâcısı da bu sözün içindedir. Öyleyse aksakallı pîr evvela varlığın Hak olduğunu bilip tanımalıdır. Sonra hacı olmak kolaydır.
Sağır işitmez sözü gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü âlem münevver ise
(Cânkulağı sağır olan, sözü duymaz /anlamaz/; gündüzü gece sanır. Âlem aydınlık –yani hâk zâhir- ise de inkâr eden kişi bunu göremez. /Hak apaçık tecellî ettiği halde gözü kör olan münkir bunu göremez/.)
Tasavvuf sözlüğünde “sağır, cânkulağı duymayandır. Cânkulağı duymayan, her dilden konuşan Hak olduğu halde duymaz.
Kör de, cângözü görmeyendir. Cângözü görmeyen, Hak zâhir olduğu halde görmez.
Manâ yolunda sâlikin duyuları tek tek veya hepsi birden açılabilir. Hz. Mûsâ'nın manâ kulağı, Hz. İbrâhim'in de manâ gözü açılmıştır. Fakat bunlar tek başına insanın vehimden kurtulmasına yetmez. Bütün uzuvlar vahdete dönmeli, tevhîdi gerçekleştirmelidir. Yûnus bu beyitte olduğu gibi zaman zaman başka şiirlerinde de sağır ve kör insanlardan bahseder. Sûreti insan, içi hayvân (=köstebek mizâçlı) olan bu kişilere hakîkat anlatılmaz:
Ol kişi kim sağır durur söyleme Hak sözin ana
Ger der isen zâyi olur nasîb yokdur sözden ana
*
Kördür münâfıkın gözü yarın kara koyar yüzü
Halkın bana acı sözü gerek şekeristân ola
*
Yûnus demedi bu sözü câna doldu dost âvâzı
Kördür münâfıkın gözü ya ben niçe göstereyim
Asrımızın büyük mutasavvıflarından Halvetî azîzi Yakupzâde Hâfız Mustafa Özyürek (ö. 1973/Uşak) bir nutkunda şöyle der:
Kördür ol münkir olanın kalb gözü görmez bizi
Cânkulağı sağır olan işitmedi feryâdımız
*
Gece, karanlık, bilinmez ve görünmezden; gündüz ise apaçık bilinen ve görünenden kinâye birer istiaredir. Geceyi gündüz sanmak, körlere mahsus bir yanılmadır. Manâ körü olan münkirler de bu yanılgı içindedir. Hakîkat apaçık meydanda olduğu halde farkında değildirler. Aşka, âşıka değer vermezler, Hak yoluna girmezler, akıllarına güvenip tevhîdi anlamazlar. Yûnus Emre'ye göre bu gibi kişiler “ömrünü zulmete salmış marifet yoksulları” veya "ahıra takılacak birer hayvân"dır:
Münkir ile müddeîyi sayma buçuğa koyanı
Git ahûra tak bunları her kim ki âşık-bâz değil
Doğrusu, Hakk'ı duymayan hakîkat sağırıyla, görmeyen hakîkat körünün işi zordur.
Hâsılı insan vücûdundaki beş er tevhîdi gerçekleştirmeden Hakk'a vâsıl olunmaz. Bunlar göz, kulak, dil ayak ve eldir. Hazret-i Mısrî şöyle der:
Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerinde
Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden
Akıt ana kurşunu hemân sen deliğinden
Bir dil ki Hak'ın zikri ile olmaya mu'tâd
Urma sen ol et pâresine dil deyü hîç ad
Şol el ki anın olmaya hayr u hasenâtı
Verilmez ana cennet ilinin derecâtı
Ayak ki ibâdet yolunu bilmez anı kes
Öğrensin anı mescid önünde kapıdan as
Nihâyet görünen ve görünmeyen bütün âlemlerde varlık Hak'tan ibarettir. Gözü olana âlem Hakk'ın nuruyla münevverdir. Önemli olan uzuvların Hak'la alıp Hak'la vermesi, varlığı tanımasıdır.
Gönül Çalab'ın tahtı gönüle Çalap bahdı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise
(Gönül Allah'ın tahtı /sarâyı/dır. Allah gönüllere bakar. Kim gönül yıkarsa iki âlemde de bedbahttır /kötü talihlidir; sonu iyi değildir./)
Çalap, Cenâb-ı Hak.
Taht, mecâz-ı mürsel yoluyla sarây (mekân)ı hatırlatır.
Bed-baht, bahtsız, bahtı kara, kara bahtlı, talihsiz.
"Bahdı" kelimesi bazı yazmalarda “bakdı” şeklindedir. Kelime “h” kafiyesinin bozulmaması için “bahdı” şeklinde alındı.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Kıyâmet günü Allah'ın huzuruna "Selîm bir kalb ile gelenler, müstesna bir yere sahiptirler." (Şuarâ/89) denilmektedir. Yine Kur'ân'da, Hz. Mûsâ, "Rabbim göğsümü aç!" (Tâhâ/55) diye niyâz ettiği halde; Hz. Peygamber "Senin göğsünü açmadık mı?" hitâbına (İnşirâh/1) mazhar olmuştur. Bu iki peygamberin kalbî makâmları, sâlikin seyr ü sülûkta yaşayacak olduğu iki ayrı makâmın husûsiyetlerini ortaya koymaktadır.
Gönül (kalb, fuâd, yürek), bütün duygu ve algıların merkezi; Hakk'ın tecellî mahalli, Allah'la bilişip buluştuğumuz yerdir. Böyle olmakla birlikte, o bazen şeytânî tavırlarla perdelenebilmekte; mutmain olmayan, mühürlenen, hastalanan, katılaşan ve kibirlenen özellikleriyle Rahmânî tecellîlerden uzaklaşmaktadır. Bu olumsuzlukların ilâcı, dilini tutmak, iyilik etmek, güzel görmek ve tevhîd halinde olmaktır. Cenâb-ı Hak insana gönlünden hitap ve tecellî eder. Gönül ne kadar arınırsa tecellî de o kadar yükseklerden olur. Zirâ o gönlü taşıyan insan zât sırrının mazharıdır. Mısrî'nin "Erişdi marifet nûru gönül oldu Hakk'ın Tûr'u" demesi bundandır.
Hz. Peygamber “Mü'minin kalbi Allah'ın evidir” demiştir. Bir kudsî hadiste (kalb) hakkında: "Yer ve gök beni sığdıramadı, mü'min kulumun kalbine sığdım." buyurmuştur. Yine başka bir hadisinde "Allah Teâlâ sizin sûretlerinize bakmaz; fakat kalblerinize ve amellerinize bakar." diyerek gönlün Cenâb-ı Hakk'ın nazargâhı olduğunu söylemiştir. Yûnus gibi, Nesîmî'nin de:
Kalb-i mü'min beyt-i Rahmân Hacc-ı ekber andadır
Secdegah-ı Mustafa'dır yıkma gönlün kimsenin
demesinin sebebi budur. Esâsen gönülden maksat, Hazret-i insan (insan-ı kâmil)dır. Başka bir ifadeyle Hakk'ın evi ile kasdedilen enfüste insan-ı kâmil, afakta Beytü'l-harâmdır. Hülasa gönül bâtınî idrâk merkezidir. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber'in göğsüyle ilgili hitabı da bunun delilidir. Yûnus, kalbin bu özelliğini veciz bir ifadeyle "Gönül Çalab'ın tahtı" şeklinde dile getirir. Gönül Hakk'ın evi olunca, kırılmaması gerekir. İnsan, diliyle kazanıp diliyle kaybeder. Gönüle yol dilden gider. Dilini güzel kullanan her halükârda huzurlu, dünyada ve ukbâda cennettedir. Zirâ gönül dille yapılır, dille kırılır.
Hâsılı, gönül Çalab'ın tahtı ise, insanı kırmamak gerekir. Bunun önemini bilen Yûnus, varlığın Hakk'ın mazharı, insan-ı kâmilin de mazhar-ı tam olduğunu anlayamayan şekilci zâhide dîvânında defalarca ikaz eder:
Bir kez gönül yıkdın ise bu kıldığın namâz değil
Yetmiş iki millet dahı elin yüzün yumaz değil
*
Bin kez hacca vardın ise bin kez gazâ kıldın ise
Bir kez gönül sıdın ise gerekse yüz yıl yol doku
Sen seni ne sanırsan ayruğa da anı san
Dört kitâbın manâsı budur eğer var ise
(Sen seni ne sanıyorsan /bilip kabul ediyor, kendine nasıl davranılmasını istiyorsan/ başkalarına da öyle /bilip kabul etmeli ve /davranmalısın! Zira bütün varlık birdir ve insanlar arasında fark yoktur. Eğer varsa -ki vardır- dört kitabın manâsı budur (tevhîd hakîkatidir).
Bu beyitte Yûnus'un dört kitabın manâsının da eşit olduğunu söylediği zannedilmemelidir. Kasd-ı mahsûsa, tevhîd açısından vurgulanan manâdır. Yani Yûnus burada dört kitabın da vurguladığı ve hedef olarak gösterdiği manâ, tevhîdin hakîkatidir demek ister. Bu hakîkat, esmâ, ef'âl, sıfat ve zat makâmlarında tecellî eder. Dört kitaptan, Zebûr, ilâhî fiillerin tevhîdine; Tevrat, ilâhî sıfatların tevhîdine; İncîl, İlâhî isimlerin tevhîdine, Kur'ân da bütün ilâhî isimleri, fiil ve sıfatları kendinde toplayan zât tevhîdine delâlet eder. Bu kitaplarda Cenâb-ı Hak sırasıyla her makâmdan birliğini teyid etmektedir. Sâlik bu makâmları sırasıyla yaşar, tevhîdi tamamlayıp idrâk ettiğinde Kur'ân eline verilip farka getirilir.
Hak yolcusu agâh olmalı, enfüsünde Hak tecellî ettiğinde, yani "ene'l-Hak"ta karar kılmamalı; buradan geçip "ente Hak" (Hak sensin), Hüve Hak (Hak O'dur) diyerek senden O'na yönelmeli ve O'nda karar kılmalıdır.
Hülasa sâlik ayruk (başka, gayr) sandığını, neyle isimlenirse isimlensin ve nasıl resimlenirse resimlensin her makâmda tanımalıdır. Âşık sâlike dört kitâbın sırrnı dört makâmdan kâmil bir mürşid tâlim ettirebilir.
Bildik gelenler geçmiş konanlar geri göçmüş
Aşk şarâbından içmiş kim manâ duyar ise
(Bildik –anladık ki- gelenler geçmiş, dünyada konaklayanlar geri göçmüşler. /Ancak buraya gelip de/ kim manâyı /yaratılışının gayesini/ anladıysa, o aşk şarabından içmiştir /Hakk'a ve hakîkate dönerek ölümsüzlük sırrına ermiştir./
Bu sonsuz hayatın içinde insanın ömrü, göle düşen bir yağmur damlasının habbesi kadardır. Su kabarcığının görüntüsü gözümüzde ne kadar kalıyorsa, hayât-ı câvidân içindeki varlığımız için de zaman o kadardır. Fakat zaman, insan için var edilmiştir. Cenâb-ı Hak, varlık insana gelince ve hazret-i insana ulaşınca bilinecek olduğuna göre, insan, zamanı tüketip de âna geçmelidir. Zamanı anlayıp âna geçenler, gelenlerin basit bir şekilde geçtiğini, bir zaman dünyada konaklayıp görünenlerin su kabarcıkları gibi sönüp yok olduklarını, bu mekânın insanlar için konar göçerler gibi bir zaman oyalandıkları geçici bir yer olduğunu bilenlerdir. Öyleyse, “dünyayı seven dünyada kalır!” diyerek mekândan lâ-mekâna geçmek için uğraşmalıdır. Bu bilgi, mücâdele ve mücâhedenin (=nefisle savaşmanın) ilk şartıdır. Sonrası kolaydır: Bir Tapduk bulup aşk şarâbını yudumlamak yani hakîkati anlayıp yaşamak! Bu da samimiyet ve teslimiyetle ilgilidir. Teslîm olan da selâmete çıkar. Bir kâmil izini izler, âdeme gelir, aşk şarabını içip Rabbine döner. Bu hikmeti Mısrî okuluna mensup Uşaklı Matlaî (XVII. Asır) “Cümle âlem Âdem özler/Âdem'den ol Hakk'ı gözler” diyerek bunu çok güzel anlatır. Âdeme gelip varlıkta Hakk'ı gözlemek, dünyada hakikati bilmek ve manâyı duymakla olur. Bu da insanın varolma şuuruna ermesiyle mümkündür.
Yûnus yoldan ırmasın yüksek yerde durmasın
Sinle Sırât görmesin sevdiği dîdâr ise
(Yûnus, kibirli davranarak manâ yolundan uzaklaşma. Kim Cenâb-ı Hakk'ın dîdârını /yüzünü, birliğini arzuluyor/ seviyorsa, o, kabir /kabir azâbı/ ve sırât köprüsü /yeni bir manevî sınav/ görmesin /ölmeden önce ölüp dünyada yaşarken hesâbını vermiş ve manâya intikâl eden rûh-ı vâsilîn içine girsin/! )
Yukarıda söylediğimiz gibi “yoldan ırmak” aşk ve irfân yolunu bulup da nefse ve akla mağlup olup hakîkat yolundan sapmak demektir. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte en önemlisi kibir ve şöhrettir. Tûl-ı emel (maddî birikim) ve şehvet (kadın veya erkek düşkünlüğü) de insanın yoldan sapmasının nedenlerindendir. Yûnus'un “yüksek yerde durmak”tan kasdı, kibirdir.
Fukara bir Hak âşıkının gönlünde kibir ne gezer? denebilir. Hiç şüphesiz, manevî makâmlar da insanın gönlüne kibir ve gurur verebilir. Bu hâletin, anlaşılması güçtür. Zirâ insan manevî makâmların hâli davranışlarına sirâyet ettikçe, bu hicâb-ı nûrun (manevî perdenin) pençesine düşer, farkına bile varmaz. Sâliki bekleyen en önemli perdelerden birisi budur.
Hicâb-ı nûr (kibir) ile mücâdele en zorudur. Ve bu Yûnus'un başına gelmiştir.
Âriflerin geçmesi gereken en zor geçit (sırât) budur ve kibir, âriflerin manen ölümü demektir. Kibrin sonu Âdem'e ve Âdem'de tecellî eden Hakk'a isyan, yani Firavunluktur.
Âşık ve âriflere yolun sonunda hazırlanan bu tuzak (sırât) geçilirse, “dîdâr=birlik sırrı” ikrâm edilir. Kibri bırakıp Kibriyâ'ya teslim olanlar, sin (mezar) ve sırât görmezler. Sin görmek, yani mezar görmek, manen ölmek anlamından başka “mahşere hayvan olarak sürülmek” demektir. Hâlbuki erenler haşrı ve neşri; cenneti ve cehennemi, mizânı ve terâziyi burada yaşarken görüp geçirmişlerdir. Teslimiyet gösteren âşıklar Hazret-i Nûh'un yanındaki –Tûfân'ın geçtiğini Nûh'a ve dolayısıyla Hakk'a olan teslimiyeti sebebiyle fark edemeyen- ihtiyâr kadın gibi, her şey olup bitmiş hissetmemişlerdir bile. Niyâzî-i Mısrî ârifin içten içe yaşaması gereken bu hâli şöyle anlatır:
Ölmeden evvel ölüp kabre girip hem haşr olup
Mâlikü'l-mülkün şuhûdunda gönül hayrân gerek
Nefs tamusın sırât-ı şer' ile bunda geçip
Kalp evi hep hûr u gılmân cennet ü rıdvân gerek
Mezara girmeden hesabı görülenlerden birisi de büyük melâmî Neyzen Tevfîk (ö. 1953)'tir. Neyzen, Hz. Mısrî'nin tarif ettiği bu hâlden bahsederken şöyle der:
Duysun aşkın elindeki rebâbı
Okusun alnında çile kitâbı
Neyzen gibi günâhının hesâbı
Mezâra girmeden sorulmuş olsun
Evet, erliği miskinlikte bulanlar, mezâra girmeden hesâbı görülenlerdir, vesselâm!
Yazı kaynağı : www.turkyurdu.com.tr
Gönül Calab'ın tahtı şiiri - Yunus Emre
GÖNÜL CALAB'IN TAHTI
Miskinlikte buldular, kimde erlik var ise
Merdivenden ittiler, yüksekten bakar ise
Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar
Dış yüzüne o sızar içinde ne var ise
Ak sakallı pir hoca, bilemez hali nice
Emek vermesin hacca, bir gönül yıkar ise
Sağır işitmez sözü, gece sanar gündüzü
Kördür münkirin gözü, alem münevver ise
Gönül Calab'ın tahtı, Calap gönüle baktı
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise
Sen sana ne sanırsan ayruga da onu san
Dört kitabın manası budur eğer var ise
Bildik gelenler geçmiş, konanlar geri göçmüş
Aşk şarabından içmiş, kim mana duyar ise
Yunus yoldan azuban, yüksek yerde durmasın
Sinle sırat görmeye, sevdiği didar ise
YUNUS EMRE
Yazı kaynağı : www.milliyet.com.tr
JavaScript is not available.
We’ve detected that JavaScript is disabled in this browser. Please enable JavaScript or switch to a supported browser to continue using twitter.com. You can see a list of supported browsers in our Help Center.
Help Center
Terms of Service Privacy Policy Cookie Policy Imprint Ads info © 2023 Twitter, Inc.
Yazı kaynağı : twitter.com
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.