bazı insanların sermayesi yalandır
bazı insanların sermayesi yalandır bilgi90'dan bulabilirsiniz
JavaScript is not available.
We’ve detected that JavaScript is disabled in this browser. Please enable JavaScript or switch to a supported browser to continue using twitter.com. You can see a list of supported browsers in our Help Center.
Help Center
Terms of Service Privacy Policy Cookie Policy Imprint Ads info © 2023 Twitter, Inc.
Yazı kaynağı : twitter.com
Yalan
Günümüzde dikkat çekici sosyal bir vaka ortaya çıkmakta ve bunun çok belirgin bir şekilde toplumsal ve siyasi alanın tümüne yayılmakta olduğunu gözlemlemekteyiz: Gitgide insanların daha rahat ve hoyratça yalan söylemeye başlamaları (bakkaldan taksi şoförüne, otelciden emlakçıya vb. kadar).
Ancak iş dünyası içindeki yalanların yanına eklenen ve gündelik yaşamın bir parçası haline giren yalan alışkanlığı inanılmaz boyutlarda geliştiyse, burada sadece insanların ruhunu etkileyen hayatlarına değil ama aynı zamanda bu hayat biçimimin yaşandığı politik ekonomiye de bakmak gerekecek, kanımca. Pozitivizm terakki ve düzen üzerine kurulu bir rejim olarak 19.yüzyıla damgasını vurduysa da, kapitalizmin içinde sermayenin yavaş yavaş kendi kurallarını değiştirerek, kendi düzeninden çekilmeye başlamasıyla, düzeni de kendinden sallanmaya başlamadı mı?
Emek ve sermaye karşıtlığı üzerine oturmuş bir sistem yerine sermayenin yersiz yurtsuzlaştığı oranın hızında giderek, ani virajlar yaparak, emeğin de işlerliğine doğal olarak karışmış gözüküyor. Emek artık emeklemekte, sermayenin yer değiştirmek zorunda kaldığından beri, yerini kaybetmekte ve böylece emek işlemez hale sokulmakta. Buna teknolojik devrim adını verenler olduğu gibi J.Rifkin gibileri “emeğin sonundan” söz eden kitapların yazarları oldular. Emek, göç ve iltica sürecine girdi.
Yalan burada da emeği bu sefer yakaladı. Yıllarca sermayenin yalanlarını dinleyen emek sermaye ortadan kalkmaya başlayarak, başka yerlere gittiğinde veya hatta “kış uykusunda” kar hadlerinin tekrar yükselmesini gerçekleştirecek süreçleri beklerken, emek de kaçmak için kimi zaman yalana baş vurmak zorunda kaldı. Batılı ülkelere sığınmaya çalışırken, Batılı sistemin sınırlarının kapanması karşısında kimi zaman yalanlar söyledi ve yalan bir yaşamın içinde kendisine yer edinmeye çalıştı. Kimi zaman siyasi mülteci gibi gösterdi kendisini, kimi zaman ise parayla alınmış mahkeme raporlarıyla tutunmaya çalıştı.
Batı ise başka bir yalanın içinde buldu kendisini, vaatlerde bulundu, ilk otuz yıllık zafer dönemi içinde. Sonra da Jacques Ranicere’in tabiriyle “otuz zafersizlik” yıllarında hep kandırdı kapitalist sistem, hem kendi vatandaşlarını hem de göçmenleri. Kimi zaman onlara kağıtlarını vererek kimi zaman ise onlardan kağıtlarını ve oturma izinlerini geri alarak. Yalan ve dolan bir sistemin adı olmaya başladığında siyasiler de ekonomistler de ve hatta bazı kurumlar da bu yalanlara ortak olmakta gecikmediler. Son otuz yıl boyunca neredeyse değişmeyen konular üzerinden yalanlar söyledi. Göçmenler, yabancı işçilerin çoğalması, göç ve kültür sorunları vb. işsizlik ve güvenlik söylemlerine sarıldı ülkeler. Vatandaşların paralarını işsiz yabancılara harcayan bir hükümet söylemi aşırı sağı gündeme getirdi ve bugün nerdeyse taçlandırmakta.
Fake-news ve post-truth kavramları bu söz konusu edilen popülizmin içinden geçerek, güvenlik, kültür hegemonyası derken ırkçılığı aldı ortaya sürdü. Sivil haklardan vatandaşın milliyetçi haklarına gelindiğinde, kapalı toplum yalanları ortalığı kavurmaya başladı; halbuki her şey küreseldi ve küresel olmaya da devam etmekte. Bu süreçte insanlar yabancılar ve yereller olarak ayrılmaya başladılar birbirlerinden. Bu ayrım sadece ülke sınırı ayrımları olmaktan çıkarılıp, yaşam biçimleri ayrımına sokulduğunda iş işten geçmiş oldu. Yalan işte tam da burada her tarafı aynı anda yakalamaya başladı.
Herkes birbirine yalan söylemeye çabaladığında, yalanlardan dedikodular üretildi. Hınç insanları ve linç insanları istedikleri gibi yalanlarına ortak olacak duygudaşlıkları bulmayı başarmaya başladılar. Yalan o kadar çok olduğunda kandırılacak olanlar da daha da kolay çoğaldılar. O kadar ki devletleri yönetenlerin yalanlarıyla bu yalanlara kananlar arasında yöneticiler de olmaya başladığında işin içinden nasıl çıkılacağına cevap bulmak elbette zorlaştı. Herkesin kandırma kabiliyetine göre yalanların boyutları sıra sıra dizilmeye başladı. Ve sonunda en basit yalanlara ve iftiralara kadar gitti bu durum. Yalandan geçilmez olundu.
İnsanların yaşamlarının değeri beş paraya indirildi. Dünya, tüketim ve üretim ürünlerinin fiyatları arasında sıkışan ümitsizlerle doldu. Bunlar ne yapacaklarını bilemediler. Hayatı sevenler bile hayattan zevk almamaya başladıkları vakit en büyük felaket ortaya çıktı. Durkheim’ın anomi olarak adlandırdığı durumlarda yabancılaşmalar insanları hayata küstürdü: İntihar vakaları!
“Cinnet toplumu” tam da bu dönemin adı olarak ortada kol gezmekte. Sinir içinde yaşayanlar, yalanlar ve yalanların bin bir tanesi! O zaman ölüm güdüsü zevk ilkesini bir kenara itmeye başladığında, yalan demek hayatın dışına taşınmayı kolaylaştırmak demek haline geldi. Yaşamlarda eşitsizlikler zaten vardı; ama hukuki veya ekonomik eşitsizliklere eklenen hayatın eşitsizlikleri baş gösterdi: Yaşam formları arasındaki eşitsizlikler hayata bağlanan ve bağlanmaktan vaz geçerek başkalarının canına kast etmeye kalkanlara yol açtı.
Cinayetler ve terör bu anlamda 19.yüzyıl anarşizminden çok büyük fark göstermekte. Siyasi bir yaşam biçimini öne süren anarkhe (anarşi) tam olarak kelime manasıyla düzen dışı anlamına gelmekte değil mi? Kapitalizmin yalanları sistemi anarşik olan ile birleştirdiğinde düzen ortadan kalkmakta tamamen. Ölüm güdüsü cinnet toplumlarında hayatı rehin almaya başlarsa ki, bu moment içine girilmiş gibi gözükmekte belki de, zevksiz bir yaşam içinde ahlakı veya etikayı aramak beyhude hale gelecektir. Bu dönemlerde ise filozofun yazmış olduğu gibi “şairlere ihtiyaç duyulmaktadır sıkıntı zamanlarında”.
Ne zaman sonuna gelebileceğiz acaba bu düzensizliğin?
Yazı kaynağı : t24.com.tr
“Sermaye ve borsa her şeydir; parlamento ve seçimlerse birer kukla”
(11 Temmuz 1919 ve 29 Ağustos 1919 günlerinde Sverdlovsk Üniversitesi’nde Lenin tarafından devlet üzerine iki ders verildi. Bu metin 11 Temmuz 1919 günü Lenin tarafından verilen Konferans’ın konuşma dökümünün bir bölümüdür. Yordam Kitap tarafından basılan ve çevirisini Mazlum Beyhan’ın yaptığı Devlet Üzerine isimli kitaptan aşağıdaki bölümler alıntılanmıştır. )
….
Dünya sermayesine karşı başlatılan mücadeleyi anlamak için, kapitalist devletin özünü kavramak için, kapitalist devletin feodal devlete karşı özgürlük sloganıyla savaşa girdiğini hatırlamak gerekir. Feodalizmin ortadan kalkışı, kapitalist devlet temsilcileri için özgürlük anlamına geliyordu; toprak köleliği düzeninin yıkılması ve köylülerin kurtulmalık karşılığı satın aldıkları toprakların tam mülkiyetine ya da obrok karşılığı kısmi mülkiyetine sahip olma imkânına kavuşmaları da onların amacına hizmet etti. Nasıl oluşmuş, ne yolla edinilmiş olursa olsun mülkiyeti koruyan ve kutsayan devletin de mülkiyetin kökenine, ne yolla elde edildiğine aldırış ettiği yoktu; çünkü devlet özel mülkiyet üzerine kurulmuştu. Günümüzün tüm uygar devletlerinde köylüler özel mülk sahiplerine dönüştüler. Toprak sahibinin toprağının bir bölümünü köylüye bırakması durumunda bile devlet toprağın parasını ödeyerek toprak sahibini ödüllendiriyor, özel mülkiyeti koruyordu. Özel mülkiyet bütünüyle benim korumam altında der gibiydi sanki devlet. Her biçimde özel mülkiyeti koruyan, destekleyen, ona arka çıkan devlet, bu mülkiyet hakkını bütün tüccar, sanayici ve imalatçılara tanıyordu. Ve özel mülkiyete dayalı, sermaye iktidarına dayalı, mülksüz işçilerin ve emekçi köylü yığınlarının bütünüyle boyun eğdirilmesine dayalı bu toplum, kendisinin özgürlüğü temel alan bir toplum olduğunu söyleyebiliyordu! Toprak köleliği düzenine karşı mücadele ederek mülkiyet özgürlüğünü ilan eden bu toplum, özellikle de devletin güya artık bir sınıf devleti olmaktan çıkmasıyla övünüyordu.
Oysa devlet eskiden olduğu gibi, yoksul köylülüğün ve işçi sınıfının baskı altında tutulmasına yardımcı olan bir aygıttı; özgürlük, görünüşteydi. Genel oy hakkını ilan eden devlet, savunucularının, vaizlerinin, bilimcilerinin ve felsefecilerinin ağızlarından bir sınıf devleti olmadığını açıkladı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin kendisine karşı savaşmaya başladığı şu anda bile bizi özgürlükleri ayaklar altına alan, birilerinin zorla ötekileri baskı altında tuttuğu bir devlet kurmakla suçlayıp, kendilerinin bütün halkı temsil eden, demokratik bir devlet olduklarını söylüyorlar. Şimdi bütün dünyada sosyalist devrim başlamış ve devrim bazı ülkelerde başarıya ulaşmış ve dünya sermayesine karşı verilen savaş büsbütün sertleşmişken, anlam ve önemi çok daha büyüyen devlet sorunu deyim yerindeyse tüm siyasal sorunların odak noktası haline gelmiş, çağdaşlığa ilişkin tüm tartışmaların en duyarlısı olmuştur.
Rusya’da daha uygar başka herhangi bir ülkede hangi partiyi alırsanız alın, tüm siyasal tartışmaların, görüş ayrılıklarının, düşünce çarpışmalarının devlet kavramı çevresinde döndüğünü göreceksiniz. Kapitalist bir ülkede, demokratik bir cumhuriyette, özellikle de İsviçre ya da Amerika gibi en özgür, en demokratik cumhuriyetlerde devlet ulusal iradenin temsilcisi ve halkın ortaklaşa aldığı bir kararın ifadesi vb midir, yoksa devlet bu ülkelerin kapitalistlerinin işçi sınıfı ve köylülüğü egemenlikleri altında tutmalarını sağlayan bir makine midir? Günümüzde bütün dünyada yürütülmekte olan tüm siyasal tartışmalar hep bu temel soruna ilişkindir.
….
Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabının size çok yardımcı olacağını daha önce de söylemiştim. Burada altı çizilen şey şudur: Toprak ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olduğu, sermaye egemenliğinin olduğu her devlet, ne kadar demokratik olursa olsun kapitalist bir devlettir, işçilerle yoksul köylülüğe boyun eğdirmek için kapitalistlerin ellerindeki bir makinedir; genel oy hakkı, Kurucu Meclis, parlamento… bunların tümü bir tür bono gibi, isin özünü değiştirmeyen biçimsel şeylerdir.
Devletin farklı egemenlik biçimleri olabilir: Sermaye, gücünü, şu yapılanışında bir biçimde, bu yapılanışında bir başka biçimde gösterebilir; ama işin özü değişmez ve iktidar hep sermayenin elinde kalır: Oy hakkı ya da öteki haklar varmış-yokmuş, cumhuriyet demokratikmiş-değilmiş, bir önemi yoktur; hatta cumhuriyet ne kadar demokratikse, sermayenin egemenliği de o denli hayasız ve kabadır. Dünyanın en demokratik ülkelerinden biri, Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1905’ten sonra orada bulunanların da iyi bilecekleri gibi sermayenin, bir avuç milyarderin tüm toplum üzerinde kurduğu egemenlik dünyanın hiçbir ülkesinde Amerika’da olduğu denli kaba ve kör parmağım gözüne değildir. Sermaye varsa, onun tüm toplum üzerinde kurduğu egemenlik de vardır ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı işin özünü değiştiremez.
Demokratik cumhuriyet ve genel oy hakkı, feodal düzene göre çok büyük bir ilerlemeydi. Çünkü bu iki gelişme, proletaryaya, birleşmesini ve saflarını sıkılaştırmasını, böylece sermayeye karşı verdiği sistematik savaşta düzgün ve disiplinli saflar oluşturması olanağını sağladı. Kölelik düzeninin köleleri şurada dursun, feodalizmin toprak köleleri, serfler için böyle bir durum, hatta çok uzaktan da olsa bunu anıştırabilecek bir durum söz konusu değildi. Hepimiz artık biliyoruz ki köleler ayaklandılar, isyanlar, iç savaşlar çıkardılar, ama hiçbir zaman bilinçli bir çoğunluk, mücadelelerini yönetecek bir parti oluşturamadılar, tam olarak neyi amaçladıklarını açık seçik kavrayamadılar, hatta tarihin en devrimci anlarında bile hep egemen sınıfların elinde bir alet oldular. Burjuva cumhuriyeti, parlamento, genel oy hakkı… tüm bunlar, toplumun dünya ölçeğindeki gelişmesi açısından muazzam bir ilerleme demektir. İnsanlık kapitalizme doğru yürümüş ve yalnızca kapitalizm, barındırdığı kent kültürüyle, ezilen proleterler sınıfına kendini algılamak, kendi bilincine varmak, dünya işçi sınıfı hareketini yaratmak, tüm dünyada örgütlenmiş milyonlarca işçiyi, siyasal partilerde, yığınların mücadelesini bilinçle yöneten sosyalist partilerde örgütlemek olanağını vermiştir. Parlamentarizm, seçimler, oy hakkı gibi gelişmeler olmasaydı, işçi sınıfının bu gelişimi de olamazdı. Tüm bunların geniş yığınların gözünde bu denli büyük bir önem ve anlam kazanması bu nedenledir. Kırılmanın, köklü değişimin zor görünmesi de bu nedenledir. Devletin özgür olduğu ve herkesin hak ve çıkarlarını savunmakla görevli olduğu şeklindeki burjuva yalanını, yalnızca bilinçli ikiyüzlüler, bilim insanları, papazlar değil, eski önyargıları içtenlikle yineleyen ve eski kapitalist toplumdan sosyalizme geçişi bir türlü kavrayamayan yığınla başka insan da destekliyor, savunuyor. Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağlı insanlar değil, yalnızca sermayenin boyunduruğu altında bulunan ya da sermayenin satın aldığı insanlar değil -ki her türden bilim insanı, sanatçı, din adamı vb. gibi sermayenin hizmetinde olan sayısız insan vardır-, basitçe burjuva özgürlükleri denilen hurafelerin etkisi altında bulunan sıradan insanlar bile, dünya ölçeğinde başlatılan Bolşeviklik karşıtı kampanyaya destek verdiler. Çünkü daha kuruluşu sırasında Sovyet Cumhuriyeti bu burjuva yalanına şiddetle karşı çıktı ve şunu açıkça vurguladı: Devletinizin özgür olduğunu söylüyorsunuz; gerçekteyse, özel mülkiyet oldukça, devletiniz demokratik bir cumhuriyet de olsa, sermaye sahiplerinin elinde işçileri ezmeye yarayan bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne kadar özgürse, bu olgu da o kadar net açığa çıkar. İsviçre ve Amerika Birleşik Devletleri bunun örnekleridir. Sermaye hiçbir yerde bu ülkelerde olduğu kadar hayasız ve acımasız değildir ve bu gerçek hiçbir yerde bu ülkelerde olduğu kadar kör kör parmağım gözüne değildir. Demokratik cumhuriyetler olmalarına karşın, üzerlerine sürdükleri onca albenili boyalara karşın, emek demokrasisi ve tüm yurttaşların eşitliği üzerine bütün söylemlerine karşın bu böyledir. İsviçre ve Amerika’da sermaye egemendir; karşımızdaki gerçeklik budur; ve işçilerin, durumlarında ciddi birtakım iyileştirmeler yapma konusundaki her girişimleri bu ülkelerde hemen iç savaş karşılığı görmektedir. Bu ülkelerde düzenli bir ordu yoktur, asker sayısı da pek azdır: İsviçre’de milisler vardır ve her İsviçreli evinde silah bulundurur. Amerika’da ise son zamanlara dek düzenli bir ordu yoktu; bu yüzden de bir grev olduğunda burjuvazi kendisi silahlanır, asker kiralar ve grevi bastırır. Ve hiçbir yerde işçi hareketlerinin bastırılması İsviçre ve Amerika’da olduğu kadar acımasız olmaz ve hiçbir ülkenin parlamentosunda sermayenin etkisi bu ülkelerde olduğu kadar güçlü hissedilmez. Sermaye ve borsa her şeydir; parlamento ve seçimlerse yalnızca birer kukla, oyuncak.
…
Bir cumhuriyet, üzerine hangi örtüleri örterse örtsün, hatta isterse cumhuriyetlerin en demokratiği olsun, bu eğer bir burjuva cumhuriyetiyse ve toprak, fabrikalar özel mülkiyetin elindeyse ve özel sermaye bütün toplumu ücretli kölelik altında tutuyorsa, yani bu cumhuriyette bizim parti programında ve Sovyet anayasasında yer verilen hususlar hayata geçirilmiyorsa, bu devlet, birilerinin ötekileri ezmesine yarayan bir makinedir. Ve biz bu makineyi, sermaye iktidarını devirecek sınıfın ellerine vereceğiz. Biz devletin genel eşitlik demek olduğu şeklindeki bütün eski hurafeleri reddedeceğiz. Zira bu bir yalandır: Sömürü varsa, eşitlik olamaz. Toprak sahibi, işçiye; aç, toka eşit olamaz.
Yazı kaynağı : gazetemanifesto.com
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.